— I —
İnsanın herhangi bir dinle ilgili sorabileceği en sıkıcı ve kısır soru, o dinin doğru olup olmadığı, gökyüzünden peygamberler ve kutsal varlıkların yönetiminde, boru sesleri eşliğinde doğaüstü bir olay olarak inip inmediği sorusudur.
Zaman kazanmak için, bu projenin daha en başında okurları üzücü bir biçimde kaybetme riskini de alarak hiçbir dinin olası hiçbir anlamda doğru olmadığını açıkça söyleyelim. Bu kitap, mucizelere, yanan fundalıklardaki hayalet öykülerine inanmayı beceremeyen, sıra dışı kadın ve erkeklerin serüvenlerine derin bir ilgi duymayanlar için yazılmıştır. Dua ederken yerden yarım metre yükselip havada durduğu, ölü çocukları hayata döndürdüğü söylenen on üçüncü yüzyıldaki Montepulciano’lu Azize Agnes gibilerinin serüvenlerini merak etmeyenler için bu kitap. Bu arada Azize Agnes’in hayatı (bize anlatılanlara göre) Güney Toskana’ dan cennete doğru bir meleğin sırtında yükselmesiyle son bulmuştur.
— II —
Tanrı’nın var olmadığını ispatlamaya çalışmak ateistler için eğlenceli bir etkinlik olabilir. Kesin mantık çizgileriyle düşünen din eleştirmenleri, inananların aptallığını en acımasız biçimde ortaya koymaktan çok zevk almışlardır; bu zevkli çalışmalarına noktayı da ancak düşmanlarını tam bir aptal ya da deli olarak göstermeyi başardıklarını düşündüklerinde koyarlar.
Bu tür bir düşünce etkinliğinin kendi içinde tatmin edici bir yanı olsa da, asıl mesele Tanrı’nın var olup olmadığını saptamak değil, Tanrı’nın var olmadığı kabul edildiğinde tartışmanın nereye gideceğini belirlemektir. Bu kitabın temel savı, tam bir ateist olarak yaşarken dinlerin zaman zaman yararlı, ilginç ve avutucu olabildiğini görmenin, dinlerin kimi düşüncelerini ve uygulamalarını seküler dünyaya aktarma olasılıklarını araştırmanın mümkün olması gerektiğidir.
İnsan, Hıristiyanlığın Üçlü Birliği’nden ya da Budizmin Sekiz Aşamalı Asil Yolu’ndan hiç etkilenmeyebilir; ama yine de dinlerin vaaz verme biçimleriyle, ahlakı yücelten anlayışlarıyla, bir topluluk ruhu oluşturma çabalarıyla, sanat ile mimariden yararlanma becerileriyle, seyahat etmeyi özendiren etkinlikleriyle, zihinleri eğitme çalışmalarıyla, baharın güzelliği karşısında şükran duymayı aşılayan öğretileriyle ilgilenebilir. Hem inançlı, hem de inançsız gruplardan oluşan köktencilerin işgaline uğramış bir dünyada, dini inancın tamamen yok sayılarak reddedilmesini, kimi dini ritüellere ve kavramlara saygı duyarak dengelemek mümkün olmalı.
Dinlerin yukarıdan aşağıya indirildiğine ya da tamamen deli işi olduklarına inanmayı bıraktığımızda durum ilginçleşiyor aslında. İşte o zaman, günümüzde de varlıklarını sürdüren, ancak seküler toplumun başarılı bir yolla karşılamayı beceremediği iki temel gereksinim nedeniyle dinleri yarattığımızı anlıyoruz. Bu gereksinimlerin ilki, çok derinlerimizde kök salmış, bencil ve vahşi dürtülerimize rağmen hep birlikte, topluluklar halinde uyum içinde yaşama gereksinimi. İkincisi, mesleki başarısızlıklar, sorunlu ilişkiler, sevdiklerimizin ölümü, sağlığımızın bozulması ve kendi ölümümüz konularındaki kırılganlıklardan kaynaklanan ürkütücü yoğunluktaki acıyla baş etme gereksinimi. Tanrı ölmüş olabilir; ancak onu yaratmamızı zorunlu kılan çok önemli konular hala varlıklarını koruyorlar ve bizden çözüm bekliyorlar, üstelik de yedi ekmek ve balık hikayesindeki kimi bilimsel tutarsızlıkları fark etmeye davet edildiğimizde de yok olmuyorlar.
Modern ateizm, temel ilkeleri çürütüldükten sonra bile inanç sistemlerinin çok sayıda farklı yönünün geçerliliğini korumayı başardığını görmeyerek önemli bir hata yaptı. İnançlar karşısında benimsenebilecek iki tutum olduğunu, ya saygıyla önlerinde eğilmek ya da hiç durmadan onları kötülemek zorunda olduğumuzu düşünmekten vazgeçmemiz gerekir. İşte ancak o zaman, dinlerde seküler hayatın en inatçı ve ihmal edilmiş hastalıklarının birkaçını dindirmek için yararlanabileceğimiz çok sayıda, yetenekli kavramlarla dolu bir deponun bulunduğunu keşfedebiliriz.
— III —
Dini inancı Noel Baba’ya duydukları bağlılıktan ibaret gören, sekülarizmi benimsemiş, iki Yahudi’nin oğlu olarak tamamen ateist bir ev ortamında büyüdüm. Babam, kız kardeşimin münzevi bir Tanrı’nın evrende bir yerlerde yaşıyor olabileceğine ilişkin, hiç de katı olmayan bir inanç beslediğini öğrendiğinde onu böyle düşünmekten vazgeçirmeye çalışmış, kız kardeşimin gözyaşları içinde kalmasına neden olmuştu. Bu olay olduğunda kız kardeşim sekiz yaşındaydı. Anne ve babam çevrelerindeki insanlardan birinin gizlice dini duygular beslediğini öğrendiklerinde, ona hücre bozulmasından kaynaklanan bir hastalığa yakalananlara duydukları acıma duygusuyla yaklaşır ve o andan itibaren de o kişiyi bir daha ciddiye almazlardı.
Anne babamın bu tutumlarından güçlü bir biçimde etkilenmiş olsam da, yirmili yaşlarımın ortasında inanç konusunda, kuşkularla dolu bir kriz yaşadım. Bach’ın kantatlarını dinlerken ve Bellini’nin bazı Meryem Ana tablolarına bakarken kuşku duymaya başladım. Zen mimarisiyle tanıştığımda ise kuşkularım bastırılamaz bir yoğunluğa ulaştı. Ancak çocukluğumda zihnime yerleştirilen dogmatik ilkeler karşısında benimsediğim çelişkiler içindeki duygularımla gerçek bir yüzleşmeyi yaşamam için uzun bir süre geçmesi gerekti. Babamın ölümünden -ve hayattayken daha seküler düzenlemeler yapmaktan anlaşılmaz bir nedenle kaçındığı için Londra’nın kuzeybatısındaki Willesden’de bulunan bir Yahudi mezarlığında, İbranice yazıların olduğu bir mezar taşının altına gömülmesinden- birkaç yıl sonra yaşadım bu yüzleşmeyi.
Tanrı’nın var olmadığına inanmaktan hiç vazgeçmedim. Ancak dinle, onun doğaüstü içeriğini onaylamak zorunda kalmadan ilişki kurmanın bir yolu olabileceği düşüncesi sayesinde özgürleşmeyi başardım. Bu ilişkide, daha soyut kavramlarla ifade etmek gerekirse, kendi babama dair saygı dolu anılarımı incitmeden Babalarla ilgili düşünebilecektim. Ölümden sonraki hayat ya da gökyüzünde yaşayan kutsal varlıklarla ilgili kuramlara inanmaya şiddetle karşı çıkmaya devam edebilir, bu sırada da müzik, binalar, dualar, ritüeller, yortular, tapınaklar, hac yolculukları, yemek törenleri, dini inançların anlatıldığı resimli elyazmalarıyla ilgilenebilirdim.
Seküler toplum, bir dizi uygulama ve temadan, onları Nietzsche’nin açıklayıcı bir ifadeyle ‘dinin kötü kokuları’ olarak adlandırdığı şeylerle çok yakından bağlantılı gördüğü için vazgeçmiş, böylece de hak etmediği bir yoksulluğu yaşamak zorunda kalmıştır. Ahlak sözcüğünden korkar hale geldik. Bir vaaz dinleme düşüncesi bile hoşnutsuzlukla söylenmemize yol açıyor. Sanatın duyguları coşturduğu ya da etik bir misyonu olduğu görüşünden kaçar olduk. Hac yolculuklarına çıkmıyoruz. Kendisini başkalarından üstün görenlerimiz, kişisel gelişim kitapları okumayı saçma buluyorlar. Akıl yürütmelerinden uzak duruyoruz. Yabancılar çok nadiren birlikte şarkı söylüyorlar. Bedenleri olmayan tanrılarla ilgili tuhaf kavramlara katı bir inançla bağlanmak ile seküler toplumda eşdeğerlerini bulmaya çalıştığımız, avutucu, ince ya da sadece büyüleyici olan bir dizi ritüelden vazgeçmek arasında hiç de hoş olmayan bir seçim yapmak zorunda bırakılıyoruz.
Bu kadar çok şeyden vazgeçerek dinin, mantıklı olarak tüm insanlığa ait olması gereken deneyim alanlarını kendi egemenliğinde görmesine izin verdik; şimdi bu alanları yeniden seküler dünyanın içine almak için harekete geçmekten çekinmemeliyiz.
Hıristiyanlık, ilk dönemlerinde başkalarının iyi düşüncelerini benimsemekte çok becerikliydi: Modern ateistlerin yanlış bir düşünceye kapılıp, kesinlikle Hıristiyanlığa özgü görüp kaçındıkları paganlara özgü sayısız uygulamayı Hıristiyanlık o ilk dönemlerinde kendi içine almayı başarmıştı. Yeni inanç sistemi, kış ortası kutlamalarını alıp onları Noel adında yeni bir pakete soktu. Felsefe topluluklarının Epikürcü anlayışla birlikte yaşama idealini kendi içine aldı ve onu bugün manastır hayatı adını verdiğimiz birlikte yaşama biçimine dönüştürdü. Eski Roma İmparatorluğu’nun harap kentlerinde bir zamanlar pagan kahramanlara ve temalara ayrılmış olan tapınakların çatılarına yerleşmekte de hiçbir mahzur görmedi.
Ateistler, dinin sömürgeleştirme sürecini tersine çevirme mücadelesiyle karşı karşıyalar; dini kurumların kendilerine ait gördükleri, ama gerçekte onlara ait olmayan düşünce ve ritüelleri onların elinden alma mücadelesi bu. Örneğin, Noel’le ilgili güzel şeylerin çoğunun İsa’nın doğumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Noel’i oluşturan topluluk, kutlama ve yenilenme temaları Hıristiyanlıktan çok daha önce de vardı; ancak Hıristiyanlık bu temaları yüzyıllar boyunca yarattığı bir bağlamın içine hapsetti. Ruhsal gereksinimlerimizin üzerini kaplayan dinin o özel boyasından kurtulma zamanı geldi. Ruhsal gereksinimlerimizin yeniden keşfedilmesi ve açıkça ifade edilmesi için gerekli anahtar, çelişkili bir biçimde dinlerle ilgili çalışmaların elinde olsa da özgürleşme zamanı çoktan geldi.
Bu kitapta, inanç sistemlerini, kapsamlı olarak Hıristiyanlığı ve daha az bir yoğunlukla da Yahudiliği ve Budizmi okuma çabasına tanık olacaksınız. Seküler hayatta yararlı olabilecek görüşleri, özellikle de topluluk halinde yaşamanın yol açtığı, zihinsel ve bedensel acılarla ilgili mücadelelerde yardımcı olabilecek görüşleri bir araya getirmek amacıyla yapılan bir okuma bu. Temel sav, sekülarizmin yanlış olduğu değil, bizlerin çok sık olarak kötü bir biçimde seküler düzene geçmiş olmamız; uygulanamaz düşüncelerden kendimizi kurtarırken inanç sistemlerinin en yararlı ve çekici parçalarının bazılarından hiç gerekmediği halde vazgeçerek kötü bir seküler düzen yarattık kendimize.
— IV —
Bu kitapta izlediğimiz stratejinin, tartışmanın her iki tarafını da sinirlendireceğine hiç kuşku yok. Dindar olanlar, inançlarının görünüşte kaba, seçici ve dizgesel olmayan bir yöntemle ele alındığını düşündükleri için kırılacaklar. “Dinler, canının o an çektiğini gelişigüzel seçtiğin açık bir büfe değildir” diye karşı çıkacaklar. Ancak çok sayıda inanç sistemi, tam da bu yüzden, inananların servis edilen tabaktaki her şeyi yemeleri konusundaki anlamsız ısrarları sonucu çökmüştür. İnsan aynı anda Giotto’nun fresklerindeki alçakgönüllülük betimlemelerine hayran kalıp, Cebrail’in Meryem Ana’ya haber ulaştırması dogmasını görmezden gelemez mi? Ya da Budizmin merhamete yaptığı vurguyu takdir edip, ölümden sonraki hayat kuramlarına kayıtsız kalamaz mı? Dini inancı olmayan birinin farklı inanç sistemlerinden birtakım düşünceler ödünç almasının bir suç olarak görülmesiyle, edebiyat seven bir okurun tüm dünya edebiyatındaki yazarlar arasından kendi gözde yazarlarını seçmesinin bir suç olarak görülmesi arasında hiçbir fark yoktur. Dünyadaki yirmi bir büyük din arasından yalnızca üçünün seçilmiş olmasının nedeni, söz konusu üç dinin en gözde dinler olarak görülmesi ya da öteki dinlere ayıracak zamanın olmaması değildir. Bu kitabın ana vurgusu, bir grup dini birbiriyle karşılaştırmak değil, dini genel olarak seküler dünyayla karşılaşhrmakhr; söz konusu üç din bu vurgunun doğal sonucu olarak seçilmiştir.
Militan ateistler de bu kitap karşısında öfkeye kapılabilirler, onlar kitabın dinin hayattaki özlemlerimiz için hala bir mihenk taşı olmayı hak ettiğini ileri sürdüğünü düşündükleri için sinirleneceklerdir. Birçok dindeki öfke dolu, kurumsal hoşgörüsüzlüğe ve sanat ile bilimde daha mantıklı ve zengin olarak bulunan, insanları avutabilen duygu ve düşüncelerin geniş içeriğine işaret edecekler. Dinin çok sayıdaki farklı yönünü kabul etmediğini açıkça söyleyen birinin -örneğin, bakirelerin doğum yapması üzerine konuşamayan ya da Buda’nın bir tavşan olarak yeniden doğmasıyla ilgili Cakarta hikayelerindeki kutsal iddialan başını eğerek onaylayamayan birinin- neden kendisini temelinde uzlaşmaların olduğu bir inanç sistemiyle ilişkilendirmek isteyebileceğini de sorabilirler.
Bu sorunun yanıtı, dinlerin ilgimizi saf kavramsal hırsları nedeniyle çekmeleridir; dinlerle ilgileniyoruz, çünkü onlar yalnızca çok az sayıdaki seküler kurumun yapabildiği bir biçimde dünyayı değiştirdiler. Ahlak ve metafizikle ilgili kuramları, eğitim, moda, siyaset, seyahat, barınma, yetişkinliğe adım törenleri, yayıncılık, sanat ve mimari ile -tarihteki en önemli ve etkili seküler hareketlerin ve bireylerin elde ettiği başarı alanlarını bile gölgede bırakacak kadar fazla sayıda alanla- doğrudan ilişkilendirmeyi başardılar. Düşüncelerin yayılma hızları ve etki alanlarıyla ilgilenenlerin, gezegenimizin tanık olduğu bu en başarılı eğitim ve düşünce hareketleri karşısında büyülenmemeleri mümkün görünmüyor.
— V —
Bu kitap bazı dinlere haklarını teslim etmeyi amaçlamıyor, o dinlerin kendi savunucuları var. Temel amacı, dini hayalın seküler toplumun sorunlarını çözmede verimli bir biçimde kullanılabilecek kavramları içeren kimi yönlerini incelemek. Sorunlu bir gezegen üzerinde, sona ereceği kesin olan bir varoluşun yol açlığı kriz ve aalarla karşı karşıya kalan çağdaş zihinleri avutmayı başarabilecek birkaç yönü damıtmak için dinlerdeki tüm dogmatik yönleri ateşe vermeyi amaçlıyor. Çok uzun bir zamandır gerçekliğini yitirmiş olanlar içinden, güzel, dokunaklı ve bilge olan birkaç şeyi kurtarmayı ümit ediyor.
Alain de Botton, Ateistler İçin Din, Bir İnanmayanın Din Kullanım Kılavuzu
Çevirmen: Ayşe Ece, Sel Yayıncılık, 2012, s. 11-18
Sanal Mağaza: İdefix | Babil | Kitap Yurdu