Sosyal Bilimler | Kayda Değer Akademik Metinler

Sosyal Bilimler

Kültürel Göreliliğin Eleştirel Isırığı - Sosyal Bilimler
Sosyal Bilimler

Kültürel Göreliliğin Eleştirel Isırığı

Antropolog Franz Boas 1920’de bir meslektaşına şöyle yazmıştı: “Son birkaç yıldır lisansüstü çalışmalarımda enteresan bir deneyim yaşadım. En iyi öğrencilerim hep kadınların arasından çıktı.”

Bu ani ve köklü değişim etkileyiciydi. Günümüzde çoğu zaman Amerikan antropolojisinin babası sayılan Boas —Prusya doğumlu, Yahudi ve erkek— aslında kurulmasına katkıda bulunduğu akademik disiplinin çok ötesinde muazzam bir etki yaratmış, sosyal bilimlerde bir devrime öncülük etmiş ve 20. yüzyılın ilk yarısının en tanınan kamuya mâl olmuş entelektüellerinden biri hâline gelmiştir. Her ne kadar çalışmaları dilbilimden mitolojiye ve fiziksel antropolojiye kadar uzanan kapsamlı bir yelpazede yer alsa da günümüzde ağırlıklı biçimde bilimsel alana kazandırdığı yöntemsel titizlik, rehberlik ettiği çok sayıda öğrenci ve kariyeri boyunca sürdürdüğü bilimsel ırkçılık karşıtlığıyla hatırlanmaktadır.

Yüzlerce akademik makalesinin yanı sıra halka hitaben yazdığı yazılarda ve aktivizminde Boas, insan kültürlerine dair hem deneysel temellere dayalı hem de tarihsel duyarlılığa sahip, yani biyolojik bakımdan belirlenmiş olanın yerine toplumsal anlamda koşullu olmayı vurgulayan bir görüş geliştirmişti. Bu görüş John Dewey’den W. E. B. Du Bois’e kadar dönemin önde gelen pek çok entelektüelini etkilemiştir. (Boas’ın 1906 yılında Atlanta Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği mezuniyet konuşmasını hatırlayan Du Bois, Boas’ın “Afrika kökenli geçmişinizden utanmanıza gerek yok” şeklindeki mesajının “ani bir uyanışa” ilham kaynağı olduğunu yazmıştır). Boas’ın en iyi bilinen kitabı İlkel İnsanın Zihni (1911) de dahil olmak üzere kitapları geniş bir okuyucu kitlesi buldu —1936’da TIME’ın kapağında yer aldı— ve eserleri Naziler tarafından ilk yakılan kitaplar arasında yer aldı.

Franz Boas. (2020). İlkel İnsanın Zihni, Çev. Çiğdem Taşkın Geçmen, Çanakkale: Akademim Yayınları.

Söz konusu fikirler, ırk ve toplumsal hiyerarşiye dayalı hâkim anlayışlara meydan okuyordu. Tabiat bilimlerinin insanların sabit, biyolojik türlere ayrıldığını öğretmiş olduğu yerde, Boas verilerin insan farklılığının daha nüanslı bir şekilde anlatılmasını gerekli kıldığını savundu. Sosyal Darwinizm’in savunduğu görüşlerin aksine, insan grupları arasında gözlemlenen farklılıkların —fizikselden bilişsel ve toplumsal düzeye kadar— çoğu zaman kalıtımsal biyolojik özelliklerden ziyade, bu grupların kendilerine özgü içinde bulundukları kültürel ortamın bir ürünü olduğunu ileri sürmüştür. Onun pek çok aktif öğrenci toplulukları, bu öngörüyü insanların sınıflandırılmasında kullanılan başka kategorilere de teşmil edecekti. Bu kişilere göre, gözlemlenebilir tüm farklılıklar —cinsel ahlak, dini inançlar, örf ve adetler— insanların yaşamak üzere geliştirdikleri, hiçbiri diğerinden üstün olmayan çeşitli yolları yansıtmaktaydı. “Böylece bilindiği üzere “kültürel görelilik” doğmuş oldu.

Bu, kısaca, Charles King’in kitabı Gods of the Upper Air’nin öyküsüdür ve Boas çevresinin yaptığı çalışmanın insan çeşitliliği konusunda günümüzde kanıksadığımız pek çok düşüncenin şekillenmesindeki önemine dair ikna edici bir durum ortaya koymaktadır. Bu kitap, Boas ve dört öğrencisinin —Ruth Benedict, Margaret Mead, Zora Neale Hurston ve Ella Cara Deloria— toplu biyografisini sunarak, sosyal bilimler tarihinde çığır açan bir dönemin arkasındaki bağlama ve bahislere ışık tutmaktadır. Aralarında genelde “medeni” dillere özgü olan yöntemleri yerel dillerin incelenmesine uygulayan ve düşüncenin dilsel göreliliği gibi halen tartışılmakta olan bir görüşü ileri süren dilbilimci Edward Sapir ile ABD bilim akademisinde Afrika ve Afro-Amerikan çalışmalarının kurulmasına katkıda bulunan antropolog Melville J. Herskovits’in de yer aldığı Boas’ın diğer aktif öğrenci topluluklarına pek az ilgi gösterilmiştir.

Ne var ki King’in karakter tercihi onun en yol gösterici katkılarından biri olabilir. Onun anlattığı hikâye yalnızca sosyal bilimler tarihinde önemli bir anla sınırlı değil, aynı zamanda Amerikan imparatorluğu boyunca gerçekleştirdikleri seyahatlerle zamanlarının kısıtlayan normlarından belli ölçülerde özgürleşen bir grup kadının öyküsüdür. Anlaşılan o ki, her kültür bir diğeri kadar mükemmel değildi. Bu kadınların yetersiz buldukları şey, bilhassa geldikleri ülkenin kültürü idi.

***

Irk üzerine kafa yormak her zaman Amerika’ya özgü bir mesele olmuştur. ABD Başkanı Trump[1] 2018 yılında ABD’nin Norveç gibi ülkeler dururken “pislik yuvası ülkelerden” gelen çok sayıda göçmeni ülkeye kabul ettiğinden yakındığında, pek çok kişi Trump’ın sözlerini Amerikan karşıtı olarak nitelendirmekte gecikmemişti. Daha az sayıda insan ise ırk faktörünün çok öteden beri cumhuriyet yaşamına girmenin en büyük kriteri olduğunu kabul etti.

Kongre 1790 yılında, vatandaşlık hakkını “özgür beyaz bireylerle” kısıtlayan ilk vatandaşlığa kabul yasasını onayladı. Bundan beş yıl önce Thomas Jefferson, Notes on the State of Virginia [Virginia Eyaleti Üzerine Notlar] kitabında şöyle sormuştu: “O hâlde tüm hayvan ırklarındaki aşamaları filozof gözü ile gören bir doğa tarihini sevdalısı, insan departmanındaki ırkları doğanın onları oluşturduğu ölçüde birbirinden ayrı tutma yönündeki bir çabaya mazeret göstermeyecek midir?” İç Savaş’ın bitmesinden üç yıl sonra, On Dördüncü Değişiklik ile vatandaşlık “ABD’de doğan herkesin” vatandaş olmasını ve “tüm yasalardan tam ve eşit şekilde yararlanmasını” sağlayacak şekilde geniş kapsamlı hale getirildi. Bu son madde, 16 yıl sonra Yüksek Mahkeme’nin Omaha’da yaşayan Kızılderili John Elk’in vatandaşlık hakkını elinden almasına yol açacaktı, zira Elk kızılderililer için ayrılmış bir arazide doğmuştu ve bu nedenle Birleşik Devletler’in “yargı yetkisine tabi” değildi.

Bir imparatorluğu idare etmek, farklılık yaratan kategorileri belirlemeyi, yani bunlara muhteva kazandırmayı ve sınırlarını düzenlemeyi gerektiriyor. Bazı insanlara haklarını ve imtiyazlarını tanıyan ama başka insanlara vermeyen evrensel ilkeleri kanunlaştırmak hiç de azımsanmayacak bir zihinsel ustalık gerektirmektedir. Antropolojinin ilk dönemleri bu açıdan faydalı olmuştur. 18. yüzyılın sonlarında Alman antropolog Johann Friedrich Blumenbach insan kafataslarını toplayarak bunları kategorize etmiş, ölçümlerini yapmış ve insanlığın beş farklı ırk grubuna ayrıldığını ortaya koymuştur: Bu ırklar Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika kökenlilerden oluşan “Kafkasyalılar;” Doğu ve Orta Asya’dan gelen “Moğollar;” Güneydoğu Asya ve Pasifik Adaları’ndan gelen “Malayalılar;” Sahraaltı Afrika’dan gelen “Etiyopyalılar” ve “Amerikalılar”dır. “Beyaz tenli ırk” kelimesini Blumenbach hayal dünyasından koparıp almıştır. Hazar Denizi ile Karadeniz arasında yer alan sıradağları gezerek bu yerlerdeki Gürcü kadınlarını çekici bulan bir 17. yüzyıl gezgininden bahseden Blumenbach, bu dağların adını aynı ten rengini taşıyan insanlara bir niteleme biçimi olarak benimsemeye karar verdi. Kafatası ölçümü [kraniyometri] ve frenoloji artık geçerliliğini yitirmiş bilimler olabilir, ancak bunların icadı olan terimleri kullanmaya hâlâ devam etmekteyiz.

İnsanoğlunun bu yeni biliminin Atlantik’in öteki yakasında da alıcı bir kitleye ulaşması uzun sürmemişti. ABD’de 1854 tarihli popüler bir ders kitabı şöyle diyordu:

Etnolojinin neden Amerikan kültürü açısından son derece önemli bir bilim dalı olması gerektiğine dair nedenler var. Bu kitapta, Blumenbach’ın insanları sınıflandırdığı beş farklı ırkın üçü, ortak kaderlerini ellerinden geldiğince belirlemek üzere bir araya getirilirken, Çinlilerin Kaliforniya’ya göçü ve Kuli [Coolie] işçilerinin getirilmesi önerisi bizi aynı şekilde yakından temas halinde olduğumuz dördüncü bir ırk ile karşı karşıya getirme riskini taşımaktadır. Bu insanlarla olan ilişkimizin ve kişilerin idaresinin, büyük oranda, bu ırkın öz karakterine bağlı olması gerektiği açıkça ortadadır.

Yüksek Mahkeme’den tekrar vatandaşlık konusunda karar vermesi istendiğinde, Blumenbach’ın yaptığı farklılıkları faydalı bulmuştur. 1914 yılında Japonya’da doğan ama hayatının çoğunu ABD’nin Kaliforniya eyaletinde geçiren Takao Ozawa, Vatandaşlık Yasası uyarınca vatandaşlık başvurusunda bulunmuş ve ten renginin açık oluşunun onu “özgür beyaz bir birey” konumuna getirdiğini öne sürmüştür. 1922 yılında Mahkeme bu talebi reddetmişti. Mahkeme, “Beyaz birey”in [Caucasian] “beyaz tenli bir insan” anlamına geldiğinin gayet iyi anlaşıldığını, ancak Ozawa’nın “açıkça Beyaz Tenli olmayan bir ırktan“ olduğunu belirtmiştir.

Bundan yalnızca üç ay sonra, başka bir vatandaşlık davası kapsamında mahkeme, Hindistan’da doğmuş ancak ABD’ye taşınmış ve I. Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunda görev yapmış olan Bhagat Singh Thind’in savunmasını dinledi. Thind, Blumenbach’ın “Beyaz Tenli” ırkının ana yurdunun Avrupa’dan Ganj’a kadar uzandığına dair bulgularına dayanarak kendisinin Beyaz ırktan olduğunu ve bu nedenle “özgür bir beyaz ırk ferdi” statüsünde yer aldığını öne sürmüştü. Mahkemenin yargıçları bu kez, daha önceden yaptıkları analizden geri adım atarak, vatandaşlık yasasını hazırlayanlar “Caucasian” [beyaz tenli birey] terimine aşina olmadıkları gerekçesiyle, yaygın “beyaz insan” anlayışından ziyade bilimsel kökenli bir kelimeyi kullanmanın yerinde olmadığını öne sürmüşlerdir. “Yasanın asıl kurucuları olan yetkililer tarafından kullanılan bu aşina olunan kelimelerin, yalnızca beyaz tenli bir birey olduğunu düşündükleri insan grubunu kapsaması niyetiyle kullanıldığını” ileri sürmüşlerdir.

Franz Boas işte bu çıkmaza müdahalede bulundu. Almanya’da doğan Boas, Kiel Üniversitesi’nde fizik öğrenimi gördü ve 1881’de suda hareket eden ışığın yarattığı bozulmaları ölçerek doktora derecesi aldı. Çok geçmeden konuyla olan alakasını kaybederek farklı bilim dallarına yönelmeye karar verdi. Arktik keşfi hikâyelerinden ilham alarak, Kanada’nın kuzeyindeki Baffin Adası’nda yaşayan İnnuitlerin göç yollarını araştırmayı önermişti. Berlin’deki bir gazetede bu yolculukla ilgili hikâyelerini yayınlattı ve kendisine Orta Afrika’ya yaptığı keşif gezileriyle tanınan Gallerli kâşif Alman Henry Morton Stanley adını verdi.

Birkaç ay Innuitler arasında yaşadıktan, dillerini öğrendikten ve hikâyelerini kayıt altına aldıktan sonra Boas, arkadaşı (ve gelecekteki eşi) Marie Krackowizer’a şöyle yazmıştı: “Sık sık kendi kendime bizim ‘iyi toplumumuz’un ‘vahşiler’e göre ne gibi üstünlüklere sahip olduğunu soruyorum.” Boas, 1887’de ABD’ye göç etti ve bu ülkede önde gelen bir doktorun kızı olan Marie ile evlendi, Smithsonian Enstitüsü’nde (o zamanlar ABD antropolojisinin başlıca merkezi) küratör olarak çalıştı ve ardından Kolombiya Üniversitesi’nde antropoloji profesörü oldu. Kuzeybatı Pasifik bölgesinde araştırmalar yaptı ve bilgi veren George Hunt ile işbirliği yaparak Britanya Kolombiyası’ndaki Kvakiutl halkının mitolojisi ve folkloru üzerine bir dizi eser yayımladı.

Irkçı politikalarla mücadelede Boas, biliminin hem olanaklarını hem de sınırlılıklarını ilk kez tattı. 1907’de, ABD Kongresi, Norveç dışındaki yerlerden gelen göçmen sayısındaki artış karşısında, göçün politik bütünlük üzerindeki etkilerini incelemek üzere bir komisyon kurdu ve ertesi yıl Boas’ı “farklı ırklardan insanların bu ülkeye göçü” konusunda bir rapor hazırlamakla görevlendirdi. Boas ve beraberindeki asistanları New York’u dolaşarak farklı göçmen nüfusların kafa boyutlarını ve öteki fiziki özelliklerini ölçtüler: Aşağı Doğu Yakası’nda [Lower East Side] yaşayan Yahudiler; Yonkers kentinde yaşayan İtalyanlar, Brooklyn’de yaşayan Macarlar, Polonyalılar ve Slavlar. Toplamda yaklaşık 17.821 kişi bu araştırmaya katılmıştı.

Franz Boas, TIME, 1936

Elde edilen sonuçlar Boas’ı hayrete düşürdü. 19. yüzyılın ortalarında İsveçli anatomi uzmanı Anders Retzius, kafatasının maksimum genişliğinin yine maksimum uzunluğuna oranı olan sefalik indeksi geliştirmişti. Fiziksel antropologlar bu ölçütü ırk farklılıklarını ölçmenin bir yöntemi olarak benimsediler; ortalama sefalik indeksin bir grubun belirgin kalıtsal özellikleri konusunda bir şeyler söyleyebileceği düşünülüyordu. Boas’ın elde ettiği bulgular ırk antropolojisinin bu temel dayanağını yerle bir etti. Boas, çalışmasında göçmenlerin ABD doğumlu çocuklarının, Avrupa doğumlu anne-babalarından çarpıcı biçimde farklı kafatası şekillerine sahip olduğunu ve bu durumun, kafatası şeklini kalıtımdan çok içinde bulunulan ortamın belirlediğini ortaya koymuştur. “Göçmenlerin uyum sağlayabilme kabiliyeti,” diyor Boas, “araştırmalarımız başlamadan önce varsayma hakkına sahip olduğumuzdan çok daha fazla görünüyor.”

Sonuç, Boas nezdinde gayet netti: sabit, ırka dayalı türler mevcut değildi. Aksine, “tüm kanıtlar artık insan türlerinin büyük bir esneklik gösterdiğinden yanadır ve bu türlerin yeni ortamlarda kalıcılık göstermesi kuraldan ziyade bir istisna olarak görünmektedir.” Hangi kökenden olursa olsun göçmenlerin yeni ortamlarına uyum sağlayamayacağını düşünmek için ortada hiçbir neden yoktu; bireyleri doğaları kadar yetiştirilme tarzları da şekillendiriyordu. Pulitzer ödüllü tarihçi Carl Degler, In Search of Human Nature (1991) [İnsan Doğasının Peşinde (1991)] adlı itinalı çalışmasında Boas’ın göçmenlik komisyonunda yürüttüğü çalışmaları “sosyal ortamın insan üzerindeki gücünden kuşku duyanlara karşı çarpıcı bir deneysel hamle” olarak nitelendirmiştir.

Bu iddialar eleştirilmeden geri kalmadı. Ünlü bir öjenik uzmanı ve Francis Galton’un talebelerinden olan önde gelen İngiliz istatistik uzmanı Karl Pearson, 1924 yılında bir eleştiri yayımladı. Ne olursa olsun, komisyonun arkasındaki senatörlerin hepsi göçe şiddetle karşı çıktı; Boas’ın bulgularını adeta görmezden geldiler. Komisyon nihai raporunda “Blumenbach tarafından uygulanan sınıflandırmanın izlenmesinin makul bulunduğunu” yazdı. Ayrıca, her ne kadar yeni gelen göçmenlerin çoğu teknik anlamda beyaz tenli olsa da raporda onların “Avrupa’nın nispeten daha az gelişmiş ve kalkınmış ülkelerinden” geldiklerine dikkat çekiliyordu. Bu gelişmeleri yoğun göç kotaları izlemekteydi.

***

Bu süre zarfında Vassar Üniversitesi mezunlarından Ruth Benedict, parasız okulda (ilerleyen yıllarda New School for Social Research [Toplumsal Araştırmalar Üzerine Yeni Okul ] adını alacak olan) dersler almaya başladı ve bir kimyagerin eşi olarak banliyöde sürdürdüğü rolüne bir çeşit panzehir oldu. Bu okulda güneybatıdaki Kızılderilileri üzerine yürütülen son araştırmalarla karşılaştı. Benedict, Kolombiya Üniversitesi’nde antropoloji alanında yüksek lisans programına kaydoldu ve 1923 yılında doktorasını tamamladı. O yıl ülkede sosyal bilimler alanında doktora yapan yalnızca 40 kadından biriydi. Sonraki yaz, Benedict Zuni kültürünü araştırmak üzere New Mexico’ya gitti. Saatlerce insanlarla konuştu, halk hikayelerini yazıya döktü ve yapılan gelenekleri gözlemledi. Benedict, gördüklerinden çok etkilendi: Kadınlar özel mülkiyet haklarına sahipti, servet annelerden kızlarına geçiyordu ve soy annenin soyu üzerinden devam ediyordu. Kocasını boşamak isteyen bir kadının tek yapması gereken onun tüm eşyalarını kapının önüne bırakmaktı. “Akşam kocası eve geldiğinde,” diye yazıyordu Benedict, “o küçük yığını görür, yerden alıp ağlayarak onunla birlikte annesinin evine geri dönerdi.”

Benedict Zunileri yalnızca anaerkillik konusunda değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet ve cinsellik konularında da aydınlatıcı bulmuştur. “Batı uygarlığı,” diye yazmıştı, “ılımlı bir homoseksüeli bile anormal olarak görme eğilimindedir… Ne var ki, eşcinsellerin toplumsal durum karşısında hiçbir şekilde tek yönlü olarak yetersiz olmadıklarını fark etmek açısından öteki kültürlere bakmamız yeterli olacaktır.” Zuniler arasında “eşcinseller… çoğu zaman sıradışı yeteneklere sahip olarak görülmekle” kalmayıp, aynı zamanda bilinen bir üçüncü cinsiyet rolü de vardı. “Kadın-erkek”, yani Benedict’in deyimiyle, sıklıkla saygı duyulan iyileştiriciler ya da organize eden kimselerdi. (Günümüz yerli halk aktivistleri “çift ruh” terimini, bazı Kızılderili topluluklarında geleneksel yöntemlerle uygulanan bu üçüncü cinsiyet rolünün pek çok biçimi açısından bir şemsiye terim olarak kullanmaktadır.) “Kadın kıyafetlerini giymeyi açıkça tercih eden erkekler,” diye yazmıştır, “kendilerini topluma faydalı birer üye haline getirmek konusunda diğer kişilerle aynı fırsata sahiptir. Onların verdikleri tepki toplumsal anlamda kabul görmektedir.”

Bütün bunlar Benedict’in Boas’ın düşüncesini daha köktenci bir noktaya doğru sürüklemesine neden oldu. “Bizim anormallerimizin öteki kültürlerdeki işleyişinin kolaylığını” öğrenmişti. 1934 tarihli Patterns of Culture [Kültür Örüntüleri] adlı eserinde, her kültürün “insanların potansiyel hedef ve motivasyonlarına yönelik genel anlayış” içinden kendisine ayrıcalık tanıyan karakteristik bir model belirlediğini öne sürmüştür. 1934 yılında yazdığı “Antropoloji ve Anormal” adlı makalesinde, “normal” davranışın genel-geçer bir ahlaki davranış kuralından değil, toplum içinde belirlenen birtakım özelliklerden meydana geldiğini belirtmiştir. Anormal hissetmek, “toplumsal bakımdan ulaşılmaz olanın psişik ikilemlerini” tecrübe etmek demekti. Söz konusu bu savın arkasında yatan köklü bir entelektüel birikim vardır. Michel Foucault, ilk kitabı Maladie mentale et psychologie’de [Akıl Hastalığı ve Psikoloji] (1954) Benedict’in “normal” ve “patolojik” olanı belirleyenin doğadan ziyade kültür olduğunu fark ettiğini belirtmiş, ancak aynı zamanda Benedict’i patolojik olanı yalnızca olumlu anlamda, yani kabul edilmiş bir normdan sapan davranış olarak algıladığı için eleştirmiştir.

Benedict’in “toplumsal bakımdan ulaşılmaz olan” konusunda çok sayıda ilk elden bilgisi vardı. Kolombiya Üniversitesi onu ancak 1931 yılında eşinden boşandıktan sonra yardımcı doçent olarak atamıştı. (O tarihten önce buna gerek görülmemişti.) Tam zamanlı bir fakülte pozisyonunda çalışan ilk kadındı, ancak kendisine ödenen ücret ziyaret amaçlı gelen bir erkek akademisyenden dahi düşüktü. Yalnızca erkeklerin girebildiği fakülte kulübüne girmesine hiçbir zaman müsaade edilmedi ve araştırmalarına maddi destek sağlamak amacıyla yıllarca Boas’ın öğretim asistanlığını sürdürdü.

Benedict, Boas’ın derslerinden birinde Barnard mezunu olan Margaret Mead ile tanıştı ve onu antropoloji alanında lisansüstü çalışma yapmak üzere başvurmaya ikna etti. Bu ikili yakın arkadaş, meslektaş ve sevgili olacaklardı. Mead, alan araştırması yapmak üzere ABD imparatorluğunun diğer bir ucuna —Amerikan Samoası’na— gitti ve karşılaştığı durumları tıpkı Benedict gibi ufuk açıcı bulmuştu. Ergenliği araştırmak üzere genç kızlarla uzun süre vakit geçirdi. Şunu merak ediyordu: “Ergenlik çağındaki gençlerimizi tedirgin eden huzursuzluklar acaba ergenliğin kendi doğasından mı yoksa içinde bulundukları medeniyetten mi kaynaklanıyor?”

Onun verdiği cevap kesin olarak ikincisi oldu. Araştırdığı alandan Benedict’e şöyle yazmıştı: “Medeniyetimizde görüldüğü biçimiyle romantik aşk, tek eşlilik, ayrıcalık olma, kıskanma ve sarsılmaz bağlılık düşünceleriyle kopmaz bir ilişki içinde Samoa’da yaşanmıyor.” Med’in kendi “psişik ikilemleri,” tek eşliliğe dayanan heteroseksüel ilişkilerin alternatifleri ihtimalini özgürleştiriyordu. Benedict’e ikinci (üç kocasından biri) kocası hakkında yazdığı mektupta esprili bir üslupla şöyle diyordu: “Mutlak manada tek eşliliği gayet adil bir biçimde denediğimi ve bunu yetersiz bulduğumu düşünüyorum; artık onun da bir değişim adına ‘benim kültürümü’ denemesinin uygun olacağını düşünüyorum, elbette bu denemeyi kendi mizacına zarar vermeksizin yapabilecekse.” Coming of Age in Samoa [Samoa’da Yaşlanmak] (1928) adlı kitabı ulusal çapta en çok satanlar listesinde yer alsa da Mead’in bu kitabı defalarca eleştirilere maruz kaldı: Bu eleştirilerden ilki, Mead’in kendi dönemindeki çağdaşları arasında, bilimsel gözlemleri daha izlenimci düşüncelerle fazlasıyla özgürce harmanlaması, ikincisiyse daha sonra Samoa’ya dönüp Mead’in bulgularına karşı çıkan akademisyenler arasında gerçekleşti.

Soldan Sağa: Margaret Mead, Franz Boas, Zora Neale Hurston ve Ruth Benedict

Diğer iki karakter —Zora Neale Hurston ve Ella Cara Deloria— ile daha az zaman geçiren King, başarılarının önündeki engellerin boyutunun çok daha büyük olduğunu söyler. Hurston’ın dört büyükannesi ve büyükbabası da Georgia ve Alabama’da köleleştirilmişti. İlk Afro-Amerikan kenti olan Eatonville, Florida’da büyüdü ve alan araştırması yürütmek üzere bu yere geri döndü. Hurston, folklor üzerine yaptığı araştırmalar —“insan yaşamının kaynaşıp özümsenmiş suyu”— 1937 tarihli romanı Their Eyes were Watching God’ın [Tanrıya Bakıyorlardı] temelini oluşturdu. Boas, “siyahın hakiki içsel yaşamını” yansıttığı düşüncesiyle Boas’ın eserlerini övse de zaman zaman içinde bulunduğu Harlem Rönesansı yazarları çevresinden gelen ağır eleştirilerle karşılaştı. Bu yazarlar, King’in güneydeki siyahilerin yaşamına dair yaptığı tasvirleri acayip kalıplara girmeye yatkın buldular. King’in kitabına verdiği isim, Hurston’ın otobiyografisindeki “güvercin yuvalarının tanrıları”nın aksine “gökyüzü tanrısı”nın bakış açısını öven bir satırdan geliyor.

Seçkin bir Yankton Dakota ailesinin üyesi olan Deloria, Standing Rock ABD kızılderili koruma bölgesinde büyümüştür. Boas, onu Dakota dili üzerine bir ders vermesine destek olması karşılığında çağırdığında Deloria, Öğretmen Okulu’nda lisans eğitimi alıyordu. Daha sonra Dakota dilbilimi konusunda bir kitap üzerinde işbirliği yaptılar. Deloria, tıpkı Hurston gibi, üzerinde araştırma yürüttüğü insanlarla Boas çevresindeki öteki üyelerin pek de takdir edemeyeceği bir yakınlık içindeydi. Deloria, aynı zamanda kendi evi olan araziden Boas’a yazıyordu:

Her muhbire gidişimde yanıma biftek ya da yiyecek almamın ne kadar önemli olduğunu size anlatamam; yanıma almadığım anda kendimi Dakota’nın dışına atmış ve yabancılarla aynı kefeye koymuş oluyorum… İlerleyen zamanlarda geri dönüp bu kişilere her türlü soruyu sorabilir ve bir akrabadan alınan iyilik misali kendi bilgilerimi alabilirim. Bunu açıklamak zor ama benim çalışabilmemin tek yolu bu. Bu işe beyaz ırktan bir adam gibi girişmek, bir Kızılderili gözüyle benim açımdan, insanlarla arama anında bir engel koymak demektir.

***

Bir grup olarak King, Boas çevresinin günümüzde pek çoğumuzun kabul ettiği, ırk ve cinsiyet gibi kategorilerin biyolojiden ziyade kültürün bir ürünü olduğu ve etnosentrizmin zararlı olduğu görüşlerini savunduğunu söylüyor. Her ne kadar kullandıkları yöntemler çok geçmeden gözden düşse de —antropologlar “kültür”ü birleştirilmiş bir olgu şeklinde görmeyi sorgulamaya ve alan araştırmaları konusunda daha özdüşünümsel yaklaşımlar öne sürmeye başladılar— King, “biz insanların yaşamak uğruna geliştirdiğimiz pek çok farklı yöntemi benimseyen bir insanlık teorisi” geliştirdikleri ve “anlamlı, gelişen bir hayat sürmenin pek çok muhtemel yöntemi” hususunda “daha akıllıca davranmamıza” katkıda bulundukları gerekçesiyle yaptıkları çalışmaları takdir etmemiz gerektiği mesajını veriyor.

Ne var ki bu argüman, özünde, başka kültürleri inceleyen insanların bize çeşitliliği önemsemeyi öğrettiği yönündeki sıradan bir gözlemden ibarettir. Tarih boyunca, kişinin farklı bir toplumla karşılaşmasının, kendi toplumu konusunda belirli bir tevazu ve göreceliliğe neden olması istisnadan ziyade bir kural olmuştur. 1580 tarihli “Of Cannibals” [Yamyamlar Üzerine] adlı denemesinde Montaigne, Yeni Dünya’ya seyahat eden bir gezginin kendisine aktardığı törenler konusunda şunları yazmıştı: “herkes kendi ülkesinde kullanılmayan her şeye barbarlık sıfatını yakıştırıyor. Nitekim yaşadığımız yerdeki düşünce ve geleneklerin sunduğu örnek ve fikirlerden öte bir hakikat ile mantığa vakıf değiliz.”

Neyse ki King’in anlattığı hikaye kendisinin belirttiğinden daha enteresandır. Sorunlardan biri de —kitap kapağında da belirtildiği üzere— “Amerika’nın ilerleyişi ve modern aklın açılımı” konusunda geçmişi bugünün ışığında değerlendiren görüş olan bir anlatının hizmetinde bulunan King’in, araştırdığı eserlerin temelinde yatan eleştirel ısırığı nötralize etme eğiliminden kaynaklanıyor. Bunun yerine, pek de garanti olmayan bir zafer sarhoşluğu yaratıyor. King, Boas’ın temel içgörüsünün “kalıntıları sergilenen, kültürleri pop ilkelcilik [primitivism] diye lanse edilen halkların aslında tamamen birer insan olduğunu” gösterdiğini yazıyor. Peki, bu sözüm ona yenilik, ilerlemeye dair moral verici iddiaları sahiden haklı çıkarıyor mu?

Üstelik Boas, çevresinin ilerleyen zamanlarda evrenselci hakikatlerin görelilik çatısı altında revize edilmesine tek elden esin kaynağı teşkil ettiğini ileri sürmek, her ne kadar geniş çaplı olsa da, etkilerini mübalağa etmek anlamına gelebilir. Hiç kuşkusuz, birkaç Avrupalı filozoftan daha fazlasının —başlangıç noktası olarak Friedrich Nietzsche, Jacques Derrida ve Foucault— alımlanmasının da 20. yüzyılın son on yıllarında beşeri bilimler bölümlerine hakim olan göreceli dürtülerle bir alakası vardı. King’in değindiği üzere, Allan Bloom 1987’de kültürel göreceliğe karşı yazdığı The Closing of the American Mind’ı [Amerikan Aklının Kapanması] yayımladığında hem Mead hem de Benedict kolay hedefler hâline gelmişti. Öte yandan daha pek çokları da öyle: Nietzsche’nin yanı sıra Theodor Adorno, Yoko Ono, “Mack the Knife” şarkısını söyleyen Louis Armstrong, Zelig’deki Woody Allen.

King’in anlatısındaki tebrik havası farklı nedenlerle de abartılı görünebilir. Ayrımcılık ve maddi güvencesizlik, King’in üzerinde çalıştığı dört kadının da kariyerlerini zora sokmuştur. Pek çoğuna istikrarlı bir akademik istihdam kapısı kapalıydı. Deloria bir süre arabasında yaşamını sürdürdü. “Hurston, “Her türlü eylemimden ötürü iki kat daha fazla takdir ya da iki kat daha fazla suçlamayla karşılaşacağımı düşünmek insanı heyecanlandırıyor,” diye yazmıştı. 1960 yılında Associated Press haber ajansında yayımlanan ölüm ilanında “Yazar Zora Neale Hurston, belirsizlik içerisinde ve sefalet çekerek hayatını kaybetti” deniyordu. Langston Hughes, Harlem Rönesansı hakkındaki hatıralarını yayımladığında, onu “Kızlar komik varlıklardır!” diyerek başından savdı. Mead, kariyerinin büyük bir döneminde Doğa Tarihi Müzesi’nde küratör olarak çalışmış ve bu konuda Benedict’e şöyle yazmıştır: “Müzedeki en düşük ücretle çalışan kişi olmak, başka bir iş teklifi almamış olmak ve benimle alakalı bilim dergilerinin tamamında övgüyle bahsedilmiş ya da nefretle kınanmış olmak bence muhteşem bir kabul görmedir.” Benedict’in kendi dergisindeki yazısında belirttiği gibi, “Sorunların pek çoğu kadın olmamdan kaynaklanmaktadır. Benim nazarımda kadın olmak çok berbat bir şey.”

Özgürlüğü, kadınları yalnızca olduğundan farklı değil, aynı zamanda daha iyi muamele gören kültürlerde bulmaları şaşırtıcı mıydı?  Peki, bundan çıkardıkları ders, işlerin olduğu gibi olmasının gerekmediği miydi? King kitabını, kültürel göreliliğin “kültürden arınmış ve küresel olduğunu öne sürse bile kendi kültürünüzün sınırlarını idrak etmek; bir başkasının tanrısını reddettiğinizde duanın gücüne inanmak; hayret verici politik seçimlerin iç mantığını kavramakla” alakalı olduğunu söyleyerek bir dizi beylik sözle bitiriyor. Bu, Mead’in Samoa’da Yaşlanmak kitabında yazdıklarının hafifletilmiş bir açıklamasıdır: “Kendi yöntemlerimizin insan eliyle kaçınılmaz ya da Tanrı buyruğu olmadığını, ancak köklü ve sancılı bir tarihin ürünleri olduğunu idrak ederek, tüm kurumlarımızı sırasıyla gözden geçirebilir, başka medeniyetlerin tarihiyle mukayese ederek bunları dengede tartabilir ve yetersiz olduklarını tespit etmekten çekinmeyebiliriz.” Keza Benedict de şu ifadeleri kullandı: “Farklı kurumları mercek altına almak ve bunların maliyetini toplumsal sermaye açısından, teşvik ettikleri istenmeyen davranış özellikleri bakımından ve insani acı ile hayal kırıklığı bağlamında belirlemek mümkündür.”

Bu kadınların yazıları, bu nedenle, insanların yaşamak üzere geliştirdikleri pek çok muhteşem “yöntemin” bir övgüsü değildi. Bu daha ziyade, o dönemde ABD’de hüküm süren kurum ve düzenlemelere yönelik keskin bir eleştiriydi. Bu kadınların hayallerindeki gelecek, tüm farklılıklarımıza rağmen hepimizin bir araya gelebileceği bir gelecek değil, geçerli normları düzenli aralıklarla değerlendirdiğimiz ve bunların hepimize fayda sağlayıp sağlamadığını sorguladığımız bir gelecekti. Benedict, “Henüz hiçbir toplumun, yeni normallerinin gelecek nesillerde yaratıldığı süreci bilinçle yönlendirmeye çalışmadığını” yazdı. Sonuçta elimizde olan ise, insanlığın yaşadığı acıların izlerini taşıyan emperyal bir bilimi biraz daha dikkate değer hale getirmek amacıyla reforme eden bir grup akademisyenin hikâyesidir. İster üniversite sınıflarında ister başka yerlerde olsun, yeni “normalite”ler düşlemeye devam ederken, konuya ilk giren kadınların verdiği bilgece dersler çıkarabiliriz.

Dipnot

[1] Yazının yayımlanma tarihi, 10 Ekim 2019. — Ed.N.

Bu yazı Burak Yıldız tarafından sosyalbilimler.org’da yayımlanmak üzere Türkçeye çevrilmiştir.

Orijinal Kaynak: Kliger, Gili. (2019, October 10), “The Critical Bite of Cultural Relativism,” Boston Review.

Atıf Şekli: Kliger, Gili. (2023, Nisan 10). “Kültürel Göreliliğin Eleştirel Isırığı” Çev. Burak Yıldız, Sosyal Bilimler. sosyalbilimler.org/kulturel-goreliligin-elestirel-isirigi

Kapak Resmi: Soldan Sağa: Margaret Mead, Franz Boas, Zora Neale Hurston ve Ruth Benedict. Kolaj: Sosyal Bilimler

Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org çevirmenleri tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlâli söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.

sosyalbilimler.org’da yayımlanan metin, video ve podcastlerin paylaşıldığı Telegram grubuna katılmak için buraya bakılabilir. Söz konusu grubun, kuruluş nedeni, işleyiş, güvenlik hususu, sorumluluklar ve diğer detaylar için bu sayfa incelenebilir.


sosyalbilimler.org'da yayımlanan çalışmalar ile ve yeni çıkanlar arasından derlenen kitapların yer aldığı haftalık e-posta bültenine ücretsiz abone olmak için bu sayfa incelenebilir.

Telegram Aboneliği


sosyalbilimler.org’da yayımlanan metin, video ve podcastlerin paylaşıldığı Telegram grubuna katılmak için buraya bakılabilir. Söz konusu grubun, kuruluş nedeni, işleyiş, güvenlik hususu, sorumluluklar ve diğer detaylar için bu sayfa incelenebilir.

sosyalbilimler.org’a Katkıda Bulunabilirsiniz.

sosyalbilimler.org'da editörlük yapabilir, kendi yazılarını yayımlayarak blog yazarımız olabilir veya Türkçe literatüre katkı sağlamak amacıyla çevirmenlik yapabilirsin. Mutlaka ilgi alanına yönelik bir görev vardır. sosyalbilimler.org ekibine katılmak için seni buraya alalım!

Bizi Takip Edin!

Sosyal Bilimleri sosyal ağlardan takip edebilir, aylık düzenlenen kitap çekilişlerimize katılabilirsiniz.