Albert Camus Yabancı‘yı varoluşçu akım zarfında yazdı ve roman 1940’ların en önemli eğiliminin mihenk taşı olarak yorumlandı. Metin; romanın başkahramanı Meursault’nun neden, varoluşçuluğun iki vehçesi olan, ilgisiz ve hissiz şekilde karakterize edildiğini açıklamaktadır. Camus, gerçekçi vaziyetler içerisinde konumlanmış karakterler oluşturduğundan; Meursalt’da, okuyucunun kendisiyle bağdaştıracağı bir karakter yaratmıştır. O Meursault’nun değişen, müphem kanılarının biçim verdiği bir okuyucu istemektedir. Bu kitap, bir birey olağandan farklı yoldan bir şey yaptığında toplumun onu nasıl yargıladığını açımlar. Roman boyunca Meursault, toplumla birçok kez temas kurmuştur fakat her seferinde toplumdan, kendisinin bir mütecaviz ya da yabancı olduğunu hissettiren duygularla baş başa kaldığı utandırıcı karşılıklar almıştır. Bu çalışma Meursault’nun Yabancı‘daki vaziyeti nezdinde, toplum ve bireyin nasıl karşı karşıya geldiklerine odaklanmayı denemektedir.
İnsanoğlunun toplumu yarattığı ilk andan beri, devletin toplumsal düzeni ile bireyin özgürlüğü arasında bir açmaz olagelmiştir. Doğada insan, arzuladığı her neyse elde etmekte, yasal ya da ahlaki sonuçlardan korkmaksızın tamamıyla özgür hareket eder. Bireylerin birbirlerine karşı mücadele ettikleri toplum içerisinde böylesi davranışların, insaf ya da adalet kavramları göz önüne alınmaksızın, zayıf olanın zararına olacak şekilde güçlünün menfaatiyle sonuçlanması toplumu kaosa sürüklerdi. Yasalar, bir bireyin arzularının bir başkasının özgürlüğüne dayatılmayacağını garanti etmek için çıkarılır ve tatbik edilir. İnsan doğası mutlak özgürlüğü arzulamaktadır. Fakat toplum, böylesi arzuların öteki bireyleri özgürlük haklarından mahrum bırakmasını engellemek için düzeni kabul ettirmelidir. Böylece, diğer insanların özgürlüğünün muayyen bir bölümünün korunması adına özgürlüğün belli bir bölümünün feragat edildiği bir sosyal sözleşme icra edilir. Bu sebeple, toplumsal düzen esaslarının olduğu bir toplumda; bir insanın mutlak özgürlüğe sahip olması mümkün değildir. Toplumun bu durumu bireysel özgürlük ve sosyal düzen arasında süregiden bir çatışmaya yol açar. Absürt insan metafizik anlamda özgürlük sorununa ilgisini kaybederken, özgürlüğün oldukça somut bir anlamını elde eder: Bundan böyle daha iyi bir gelecek ya da ebediyete dair bir umuda bağlı kalmadan, hayatın amacını kovalamak ya da anlamlı bir hayat yaratmak gereksinimi duymaksızın insan; “ortak kurallara istinaden bir özgürlüğün tadını çıkarır.” (Sisyphus 58)
Hazin derecede basit bir hayatı olan orta sınıf bekar başkahraman Mösyö Meursault, toplum nazarında kayıtsız olarak görülmektedir. Umursamazdır ve bundan da utanmaz. Fakat onun kayıtsızlığı bir tür vurdumduymazlık değildir; bunu yerine kendi varoluşuna ilişkin olarak ‘dünyanın sevecen kayıtsızlığı’ndan (Camus 117) kaynaklanmaktadır. Camus, ana karakterini kasten kendi ahlaki aksiyomunun bir yansıması olarak yaratmıştır: Bu hayat saçmadır ve insanın kendi bilinçli varoluşundan başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Meursault bir yabancı, haricidir; yaşadığı toplumla arası sürekli açık olan biridir. Yine de yüz yüze geldiği koşullar toplum, yaşam ve bilinç algısını şekillendirir; onu kendi yaşam felsefesi ile hesaplaşmaya ve nihayetinde kendisi ile barışmaya zorlar.
Okuyucu kitabın ilk bölümünde, bilinçten yoksun bir Meursault ve aksine topluma yönelmiş mevcut bir düşmanlık görmektedir. Camus, Meursault’un somut ve ağır gerçekleri dışa vurmaktaki tekinsiz yeteneğinin kullanarak keskin farklılığını ortaya koymak amacıyla, karakterini toplumun normlarına aykırı olarak konumlandırmıştır. Meursault, bu gerçekler arasında bağlantı kurmak için gerekli olan zaman ve eforu harcamayı reddetmektedir. Bu izlenim açılış pasajındaki anlatıda görülebilir; “Annem ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. Yaşlılar Yurdundan bir telgraf aldım: ‘Anneniz vefat etti. Cenaze töreni yarın. Saygılar.’ Bundan bir şey anlaşılmıyor. Dün de olmuş olabilir.” (Camus 9) Burada annesinin ölümü karşısındaki şok edici kayıtsızlığını ve mizacını belirten durumunu görmekteyiz. Cenaze törenine katıldığı tüm süreç aynı sarsıcı soğuklukla müzakere edilir. Olaylar ve konuşmalar, otobüse bindiği andan yatağa girene değin foto muhabirliğe yaraşır bir açık sözlülükle ve kronolojik olarak eksiksiz bir biçimde tekrar anlatılır.
Meursault oldukça rasyoneldir. Annesinin naaşı yanında sigara içmemesi gerektiğini bilmektedir fakat ‘ne fark eder’ diye düşünür. (Camus 14) Toplumun saklı kurallarına ters düştüğünü bilmekte, farklı olduğunu anlamaktadır. Bunun onu olumsuz etkilediğini görebiliriz çünkü yargılandığını düşünecek denli utanç duymaktadır. Üstelik sık sık kendi adına özür diler. Örneğin; iki gün izne ihtiyacı olduğunu patronuna açıklamak istediğinde ‘benim hatam değil’ der. (Camus 9)
Meursault oldukça dürüst bir kişidir; sonradan başına pek çok bela açan bir kişilik özelliğidir. Muhakeme tarzı, dürüstlüğünü gözler önüne serer. Nasıl davranması gerektiğine aldırış etmediğini bilmekle beraber, tasarılarına göre hareket eder. Meursault aynı zamanda, sevgi ve şefkatin temel insani deneyimlerinden koparılmış olduğundan, hiçbir duyguya sahip olmayan biri gibidir adeta. Nişanlısı Marie cevap için üstüne gittiğinde bu durum görülebilir: “Tekrardan, onu sevip sevmediğimi sordu. Daha önce olduğu gibi, sorusunun benim için hiçbir şey ya da hemen hemen hiçbir şey ifade etmediğini fakat sanırım sevmediğimi söyledim.” (Camus 45) Sormaya devam eder; “Farz edelim aynı şekilde sevdiğin bir başka kadın sana aynı teklifte bulundu. Ona da evet der miydin?” Mutlak dürüstlükle verdiği yanıt; ‘Tabi ki’dir. (Camus 45) Aşkı hissetmedeki acizliği; asıl meselenin kişi değil zaman olduğu adeta hayvani bir çiftleşme benzeri nitelikle eşleşir. Kayıtsızlığı, duygusuzluğu ve gerçeklere dayalı izlenimlerini harfi harfine bildirme biçimi; tarafsız bir biçimde hüküm vermek zorunda olan bir harici, seyirciymiş gibi toplumda topluma çok az dahil olduğunu gözler önüne serer. Onu toplumdan uzaklaştıran bu konumun dikkate alınması gerekmektedir.
Sade üslubuna rağmen, ilk bölümün tamamı onun topluma muhalefetinin zımni sembolizmiyle dolu bilmece gibi bir konuşmadır. Camus, Meursault’nun toplum içerisindeki nedensiz huzursuzluğunun bir metaforu olarak güneş ışığı ve sıcaklığı uygun görür. Hem güneş hem de sıcaklık Meursault’yu kelimenin tam anlamıyla olağanüstü derecede etkiler. Meursault ‘sersemlemiştir’; ‘kafasının içerisinde sesler duymakta’, ‘sırtından ısı dalgaları yükselmektedir’. ‘Ilgım içerisinden her şey nasıl titrek bir pussa, bu manzarada da merhametsiz ve hayal kırıklığına uğratan bir şey vardı’ (Camus 21) Tüm bunlar toplumun onun için ne derece çekilmez ve zorlayıcı olduğunu gösteren açıklamalardır. “Gökyüzü öyle ışıldıyordu ki, bakamaya cesaret edemiyordum” diye sızlanır. (Camus 20) Mantıklı bir açıklamanın bizzat öznenin kendisi tarafından karartıldığı öylesi bir eziyet ki söz konusu olan, bu söz toplumun onun üzerindeki bu etkisine bir tepki olarak kasten uzaklaşma anlamında söylenmiş olabilir. Meursault, açıklamaya devam eder: “Sıcaklığın titrek pusu yol üzerinde hareketli, koyu yarıklar bırakarak geziniyordu; bu rüya benzeri tuhaf bir etki bırakmaktaydı. Arabacının siyah meşin şapkası nemli, yapışkan bir madde yığını gibi görünüyordu. Gözlerim ve düşüncelerim de bulanıklaşıyordu.” (Camus 21) Burada toplumun bireyi koşullandırmasının etkilerinin metaforik bir yorumunu görüyoruz. Düşüncelerinin güneşin fesatlığı tarafından kısırlaştırıldığını keşfeden Meursault esasen toplumun, kişinin şeyleri idrak yeteneğini insanın görme gücünü körleştirme noktasına nasıl dönüştürdüğünü yorumluyor.
Birinci bölümün bitişine işaret eden cinayet, farkında olmadan Meursault’yu toplumun yasalarına teslim eder. Aniden kendini tam da kaçındığı şey olan, toplumsal yasaların bir kurbanı olarak bulur. Yaklaşmakta olan akıbeti topluma bağlı olduğundan kendini topluma alıştırmaya mecburdur. Toplumu saçma bulmaktadır ve bu deneyim aracılığıyla okuyucu Meursault’nun bakış açısını paylaşarak toplumun saçmalığını değerlendirmeye alır. Gözaltındayken gardiyanla arasında geçen bir konuşma:
“Bütün mesele de bu zaten’ dedi. ‘Sizi bu yüzden hapse atıyorlar.’ ‘Anlamadım’ dedim. ‘Özgürlük dediğin budur işte, ve sizi özgürlükten yoksun bırakıyorlar’ dedi. Bu gerçek beni daha önce böyle yıldırım gibi çarpamamıştı. Kastettiği şeyin anladım. ‘Doğru’ dedim. ‘Aksi halde ceza olmazdı.” (Camus 76)
Meursault gardiyan ile yaptığı konuşmada hapse atılmasının öncelikli amacını bütünüyle ortadan kaldıran şeyi hayretler içerisinde keşfeder; hapishane birini özgürlükten mahrum bırakır. Toplum kendi ülkülerini Meursault’ya dayatırken, o hakiki yalnızlık içerisinde hareket eder. Lamns, Meursault’nun yargıçlarla yaptığı konuşmalardan birini yineler: “Aynı yorgun tonla bana son bir soru sordu: Yaptığım şeyden pişman olmuş muydum? Biraz düşündükten sonra pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı duyduğumu söyledim. Fakat anlamış gibi görünmüyordu.” Yargıç, Meursault’nun suçlu hissetmesini ve yaptığından pişman olduğunu duymak istemektedir. Meursault ise pişmanlıktan ziyade yargıcı hüsrana uğratmaktan rahatsızlık duymaktadır.
Bu zorluklarla yüzleşen Meursault, çevresinde olan biteni anlamlandırmayı dener ve bu sayede toplumu anlamaya çalışır. Hücresinde, yeni çevresi hakkında ‘bilgi edinmek’ için bilinçli bir çaba harcar: “Her eşyayı, üzerindeki nesneleri, daha sonra bunların ayrıntılarını, her ayrıntıda sözgelimi minik bir çentiği ya da kaplamayı, onun yontulmuş kenarını, renklerini ya da pürüzlerini tek tek gözümde canlandırıyordum.” (Camus 77) Bu, toplum ve işleyişi gibi kendisinin yabancısı olduğu bir kapana kısılmışlığı öğrenmek konusundaki istekliliğini simgeler. Gelgelelim sıkı bir inceleme söz konusu olsa dahi onu anlamlandırmakta başarısız olur ve bu başarısızlık onu toplumdan uzaklara gönderir. Avukatıyla yaptığı bir görüşmenin olduğu bölümde bu durum gün gibi ortadadır:
“Susmanız davanız için daha hayırlı.’ şeklinde beni uyardı. Aslına bakarsanız beni dava sürecinden dışlamak için bir tezgah kurulmuş gibiydi. Ben tek kelime etmemiştim ve akıbetime karar verilmekteydi. Onların sözünü kesip ‘Hepinize lanet olsun! Bu mahkemede kim yargılanıyor öğrenebilir miyim? Cinayetle suçlanmak bir adam için ciddi bir meseledir ve benim de söyleyecek sözüm var!’ dememek için kendimi zor tutuyordum” (Camus 95)
Toplum ve onun geleneklerinden soğuması için daha da fazla sebebi körükleyen bu uzaklaşma Meursault’da açıkça bir hüsrana yol açar. Bu yolla, toplumun gerçekten saçma olduğu ve onun bir parçası olmanın hiç de iyi bir şey olmadığına dair tecrübeye dayanan kanıtlar elde eder. Bunun sonucu olarak, çok daha büyük bir yabancılaşma meydana gelir.
Son bölümlerde Meursault, ölümüyle doğrudan yüzleşmesini ve bu dünyadaki yerini kabullenmesini kolaylaştıran kaderini kabullenir. Bu dönüşüm devam ederken, Meursault kendi özgür bilincini keşfeder. Bir cezaevi monoloğunda, “…Aylardır duymadığım bir şey duydum. Hiç şüphe yok bu bizatihi kendi sesimdi. Son zamanlar pek çok gün kulaklarımda uğuldamış olan bu sesi tanıdım.” (Camus 108) Bahsettiği bu ‘ses’ özgürce konuşan, sınırlanmamış ve düşünceleri bütünüyle erişilebilir olan kendi bilincidir. Bu ani aydınlanma Meursault’ya kendi ölümünü kabullenmenin inayetini sağlar. İlk kez rasyonalize eder:
“Fakat herkes bilir ki; hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız o gün gelip çattığında 30 ya da 70 yaşında olduğunuz gerçeğinin pek de önemi yok. Her iki durumda da başka erkek ve kadınlar yaşamaya devam edecekler, hem de binlerce yıl. Bundan daha açık bir şey yok doğrusu.” (Camus 109)
Ölmek istememesine rağmen, bir son olarak bunu kabullenir. Bu sona nasıl ya da ne zaman ulaşacağının onun için bir önemi yoktur; tüm sonlar aynı yola, ölüme çıkar.
Ölümünden önceki son anlarda, toplumun saçmalığı artık Meursault’nun canını sıkmamaktadır. Bu anda hakikat ve gerçekliğin esaslarıyla uğraşmaktadır. Meursault kendiyle barışır fakat bu, bastırılmış kanaatlerden ani bir arınma olmaksızın gerçekleşmez. Hükmünün son dakikalarında inancını değiştirmeye çalışan hapishane papazıyla tartışmaya tutuşur. Hiddetinde bir öğreti silsilesi infilak eder:
“Eli boş görünüyor olabilirdim fakat kendimden emindim. Her şeyden emindim, ondan çok daha fazla emindim. Yaşamımdan ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bana kalan buydu. Ama en azından bu hakikati, onun da beni yakaladığı gibi yakalamıştım. Haklıydım, hala haklıyım. Hep haklıydım. Başka türlü de olabilirdi ama ben bildiğim gibi yaşadım.” (Camus 115)
Meursault öyle bir rasyonel bilinç geliştirir ki bu onun ahlaki dogması, sarsılmaz hakikati haline gelir. Bu beklenmedik feveran, varoluşunun hissedilen fakat dile gelmemiş felsefesine giderek açıklık kazandırır. Ve nihayetinde kelimelere dökülür:
“Ben de baştan başlamaya kendimi hazır hissettim. Bu öfke patlaması beni bütün illetlerden temizlemiş, umutlarımdan kurtarmıştı. Bir dolu işaret ve yıldızla dolu bu gecede gökyüzüne baktım ve kendimi ilk kez dünyanın sevecen kayıtsızlığına açtım. Dünyayı kendime çok benzer, bu derece kardeş bulunca fark ettim ki mutlu olmuştum ve hala da mutluydum.” (Camus 117)
Meursault sonunda huzuru kendi içinde bulur. Bu dünyadan tek bir şey almayarak ve hiçbir şey bırakmayarak toplumdan ve bizatihi yaşamdan yabancılaşmış halde ölümde haysiyet bulur. Yegane umudu; henüz keşfetmiş olduğu, onu bilinmeze taşıyacak bilincinden filizlenir. Bu sebeple, Meursault’nun ihtira ve intikale doğru yolculuğu; insan ruhunun ve onun saçmalığın üstesinden gelme becerisinin, başarısızlık böylesi içkinken muzaffer olmasının zemini olan insan bilincinin kutsanışı olarak görülebilir. Meursault nihayet topluma aldığı mesafeyi fark eder. Olduğu kişi ve yaptığı şeyden mutlu olduğu sürece toplumun onun hakkındaki düşüncelerine itibar etmez. Her şeyin sonunda Camus’nün temel ilkesi gözler önüne serilir: Kişinin kendi bilinçli varlığının haricinde her şey, yabancılaştırılmış olduğu bir ötekiliktir.
Meursault hayatını kendi başına yaşadı ve asla herhangi bir şey için diğerlerine bel bağlamadı. Ancak şöyle de bir gerçek var ki; karşılaştığı kişiler üzerinde kalıcı bir etki bıraktı. Mahkeme süresince savcı, esasen tüm bir toplumun Meursault’ya dair izlenimlerini ve onun nasıl da bencil bir piç olduğunu değerlendirdi. Hayatından, gerçek bir kurşun ile hiç ilgisi olmayan, kimi olayları gündeme getirerek Meursault’yu düşüncesiz ve merhametsiz olmakla itham etti durmaksızın. Stephen Bronner’in de belirttiği gibi: “Meursault, fiilen hüküm giydiği suçlardan masum; göz ardı edilenlerden suçludur.” (Bronner, Portrait 34) Bu, Meursault’nun önceki kayıtsız hareketlerinin, savcının bile onu iblis gibi betimlemesine nasıl da yol açtığını ortaya koymaktadır. Savcı, şeytanın vücut bulmuş haliymiş gibi anlaşılan bir Meursault imgesi yarattı. Konudan gerçekten habersiz olduğunda dahi Meursault’nun, bile isteye eziyet ve ızdıraba sebebiyet vermeyi amaçlıyormuş gibi görünmesini sağladı. Düşüncesizdi, fakat işin aslı daha iyisini de bilmiyordu ve hiç kimse ötekilerin yardımı olmaksızın bunu değiştirmeye muktedir değildir.
İnsanların Meursault’yu, güya onların hislerine aldırış etmiyormuş gibi algılaması, korkunç bir insan olarak etiketlenmesine yol açıyordu. Toplumun Meursault’ya dair algılarını destekleyen bir diğer faktör onun suskun mizacıydı. Meursault, kesin olarak gerekli olduğuna kanaat getirene değin konuşmazdı; hatta bazen o zaman dahi sessiz kaldığı olurdu. İnsanlar sosyal etkileşimde bulundukları kişilerden karşılık görmeyi umduklarında ve umduklarını bulamadıklarında, neye hükmetmeleri gerekirdi? Onun bu sessiz mizacını bir tür hakaret olarak gördüler ve gerçek mizacını anlamayı reddettiler. Meursault hayatın karmaşasından uzak durdu ve mümkün olan en basit hayatı yaşamayı denedi. Toplumun geri kalanının aksine, çaba gerektiren şeylerle ilgilenmemişti ki bu da kendisini ifade etmek istemiyor gibi görünmesine neden oldu. Fakat sessizlik pek çok yanlış anlamaya yol açabilir. Meursault’nun sessizliği cehalet gibi gözüktü ancak Jean-Paul Sartre`ın ifade ettiği gibi: “Bir erkeğin erkekliği söylediklerinde değil kendine sakladıklarında yatar.” (Sartre 3) Onun sessizliği güvenilmezlik ya da ilgisizliği temsil etmemekteydi. Bir kişinin gerçekten ne düşündüğünü diğerleri nasıl bilir? Meursault’nun topluma tezahürü yanlış kritere göre değerlendirilmişti. İnsanlar onun gerçek kişiliğinin ve yönelimlerinin ne olduğunu görmezden gelerek, istenmeyen bir harici gibi gözükmesine neden olmuşlardır.
Albert Camus dünyayı anlamdan yoksun olarak sunar; bu sebeple anlamı birey tarafından verilir. Bir duruma anlam veren bireyin kendidir. Absürt, tematik olarak sorumluluğu ayaklar altına alır; Meursault, fiziksel dehşetine rağmen ölümüyle tatmin olmuştur. Münferit duyumsal algıları onu yalnızca fiziksel olarak etkiler; dolayısıyla kendi benliği ve varoluşuyla alakalıdırlar. Bir başka deyişle; ölümle yüz yüze geldiğinde “dünyanın sevecen kayıtsızlığında” aydınlanma ve mutluluğu bulur. Bu mutluluğun merkezi, Arap`ı öldüren o ilk, vahim silah sesinden sonraki duraksamadır. Sorgu yargıcıyla yaptığı görüşmede, duraksayıp sonra dört el daha ateş ettiğini fark etmediğini söyler. Meursault nesneldir; sonuçta elle tutulur bir fark yoktur. Bir kurşun Arap`ı öldürmüştür. Dört kurşun onu “daha ölü” yapmayacaktır. Absürtlük, toplumun onun eylemini idam cezası üzerinden anlamlandıran bir adalet sistemi yaratmasıdır: “İdam hükmünün gecenin beşinde değil de sekizinde okunması, Fransız (Alman ya da Çin) ulusu gibi müphem bir kavram adına bildiriliyor olması, tüm bu gerçekler; kararı ciddiyetten uzaklaştırıyordu.” (Camus 105) Ancak, Meursault, geçmişteki eylem ve davranışlarını değiştiremeyeceğinden; bu durum onu, içinde özgürce yaşamayı seçtiği topluma karşı sorumlu kılar.
Meursault içinde bulunduğu vaziyete kayıtsız kalır. Bağışlanmak fikrine hemen atlar. Kimseye bir şey ispatlamak için değil; başka bir şekilde davranmak anlamsız olacağı için yapar bunu. Bir katilin infazı ile tanrıya meydan okumuş bir adamın mahkumiyeti birbirine çok uygunmuş gibi görünüyor. Fakat daha yakından baktığımızda, Meursault annesinin cenazesinde ağlamadığı için idam edildiğini görüyoruz, başka bir nedenden değil. Sisyphus da Jupiter’in kabahatini söylediği için cezalandırılmıştı. Daha da derine indiğimizde Meursault’nun Arap`ı öldürmek istemediği fakat kızgın güneşin, tetiği çekmesiyle sonuçlanan doğal bir reaksiyona yol açtığı meydana çıkıyor. Cenazeyi yöneten adam, annesinin arkadaşları, Raymond, papaz ve mahkeme salonundakiler gibi Meursault’nun toplumla etkileşime girdiği örneklerin tamamı, toplumun onu bir harici olarak algıladığına dair sağlam dayanaklar sağlıyor.
Meursault’nun topluma ve insan ilişkilerine karşı mutlak kayıtsızlığı, karşılaştığı kişiler tarafından gerçek bir harici olarak görülmesine yol açar. Bu kayıtsızlık onu, hapsedilme ve nihayetinde giyotinle sonuçlanan yola sürükler. Meusault kesinlikle duruşu olan biridir. Hayat üzerine kendi fikirleri ve kendi bakış açısı vardır. Bu gerçekten dolayı da toplum içerisinde kendi yetersizliklerini sık sık hatırlatır. Arap’la karşılaşması diğer insanların hayatındaki mevcudiyetinin onda kesinlikle tek bir etki bırakmadığını gösterir. Arap’ın canını almak doğal bir reaksiyon olarak yaptığı bir şeydi. Normal herhangi bir insanın aksine; tetiği çekmenin meşru olduğunu düşündü. Duruşmada, toplumun geri kalanının nasıl yaşadığından bihabermişçesine sürekli mahkeme salonundaki insanları gözlemledi. Gördüğü her şey onun için yeniydi ve mahkemede bulunmaktan keyif alıyormuş gibi bir heyecan hissi yarattı. Korku jürinin kararından sonra kendini gösterdi. Akıbetini hiç düşünmemişti çünkü toplumun geri kalanı karşısında huşu içerisindeydi. Onların davranış ve eylemlerine aşina değildi. İngilizce çevirinin önsözünde, Blanchot’un makalesini okumuş olan Cyril Connolly; Meursault’nun ‘hayatı derinden sevdiğini’ haklı olarak vurgulasa da onun ‘negatif, yıkıcı bir güç’ olduğunu iddia eder. (McCarthy 96)
Meursault eğriyi doğruyu kestiremeyen ve başkalarına nasıl yaklaşacağını bilmeyen bir çocuk gibiydi adeta. Birine kasten zarar vermeye ya da birinin canını kasten yakmaya kalkışmadı; daha iyisini bilmiyordu sadece. Yine de Meursault’ya hayatını nasıl da yanlış yaşadığını fark etmesi için bir şans verildi; fakat yargılamasının ardından verildi bu şans. Yaptığı şeyin yanlış olduğunu, her eylemin bir sonucu olduğunu ve bu eyleminin sonucunun ise ölüm olduğunu idrak etti. Meseleyle ilgili utanılacak tek şey; toplumsal hatta ahlaki değerleri ona öğretmek toplumun mesuliyeti olduğundan, toplum da bu durumdan Meursault kadar sorumludur. Eylemleri için cezalandırılmayı hakkediyordu fakat düşüncesizliğin karşılığı ölüm değildir. Şimdi ne yazgısı ne de geçmişi peşini bırakacaktı. Yani Meursault’nun eylemleri zamandan silinemez. Topluma yabancı görünüşü asla değiştiremeyeceği bir şeydir artık. Her ne kadar Camus, Meursault’nun idealize edilmesine karşı uyarıda bulunsa da Meursault’yu toplumun eziyet ettiği bir birey olarak betimleyen bu makale; onun yabancılaşmasını, işçi sınıfı kökenlerini ve idealizmi yerme biçimini göz ardı ederek okuyucunu onu bir kahraman ya da ‘inançları için ölen biri’ gibi değerlendirmesine yol açmış olabilir. (McCarthy 103)
Meursault, anormal kişilik özelliklerini birçoğunu sergiler. Duygusal bir insan değildir ve rahat, tasasız bir tavrı vardır. Şeyleri, pek çok insandan farklı şekilde görmesi ve yapması ne yazık ki, yargılanmasına yol açar. Bu toplumun ileri sürdüğü çok yönlü insan imajından kesinlikle farklıdır. Meursault yalnızca fizik dünyayı önemser. Bilgi ya da zeka gibi diğer şeylerin üzerinde durmaz. Ayrıca geleneksel toplumun hassas olduğu pek çok konuda kayıtsızdır. Bu çalışma; insanların bir birey hakkındaki görüşleri, onun sıradan durumlara tepki verme şekli temel alınarak belirlendiğinde birey ve toplum arasında ortaya çıkan çatışmayı gözler önüne sermektedir. Ancak bu davranışların anormal ya da toplumun geri kalanından farklı olması; toplumun, bireyin gerçek kişiliği değil de onun davranışları temelinde bir fikir oluşturmasına yol açar. Meursault’nun durumunda, onun tuhaf görüşleri ve beklenmedik yorumları, gerçek anlamda anlaşılmasına fırsat vermeksizin, başına bu işleri açtı. Dolayısıyla, insanın bir yabancı olduğu evrende kapana kısılmış olduğu, mevcut sosyal sistemlerin yapaylığına ve onların metafizik ikmallerine karşı ayaklanılması gerektiği duyguları roman boyunca galebe çalmaktadır.
Çeviri: Gamze Doğan
Sosyal Bilimler Çevirmeni
Kaynak: Hossain Al Mamun / SUST Journal of Social Sciences
Society versus Individual in Albert Camus’ The Outsider
- Bree, Germaine. Camus. New Brunswick: Rutgers University Press. 1959.
- Camus, Albert. The Outsider. Trans. Joseph Laredo. London: Penguin Books, England. 1982.
- Camus, Albert, The Myth of Sisyphus. Trans. Justin O’Brien. London: Penguin Books, England. 1975.
- Hanna, Thomas. The Thought and Art of Albert Camus. Chicago: Henry Regnery Co. 1958.
- McCarthy, Patrick, The Stranger. New York: Cambridge University Press, 1988.
- Scott, Nathan H. Albert Camus. London: Bowes and Bowes. 1962.
- Theody, Philip. Albert Camus: A Study of his Works. London: Hamish Hamilton. 1957.
- http://classiclit.about.com/ (accessed 9 April 2011)
- http://drama.eserver.org/criticism/ (accessed 9 April 2011)
- http://en.wikipedia.org/wiki/drama (accessed 4 May 2011)
- http://www.answers.com/library/Dictionary-cid-245520 (accessed 6 May 2011)
- http://www.theatredatabase.com/ (accessed 14 May 2011)
- http://www.sparknotes.com/lit/stranger/ (accessed 7 August 2011)
- http://www.123helpme.com/view.asp?id=7634 (accessed 10 August 2011)
- http://www.enotes.com/stranger/q-and-a/1-albert-camus-reconstruction-sisyphus-myth-112925 (accessed 12 August 2011)
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.